7 Haziran 2009 Pazar

GÜLÜŞ

boğazımda bir yumru
ben de size katıldım arkadaşlarım
hadi yıkalım dünyayı
sahte gülüşlerimizle
ben acı çekeyim siz tepetaklak yuvarlanın
iş bölümünü güzelce yapalım
ölürken beni hatırlayın
ama sadece gerçek güldüklerimizi
bir gece trenindeki

ÖLÜ BEBEK

ve biz
yürüyoruz şimdi
ıslak toprak yolda
ayaklarımızda çamur
gökkubbe parçalanıyor üzerimizde
gökkubbe parçalanıyor içimde
sen sağa ben sola
sen sağ ben selamet
yola devam edeceğiz
yola devam edeceksin
ben duracağım sen iyice
gözden kaybolunca
kendi çukurumu kendi
ellerimle kazacağım.
gireceğim mezarıma
kendi isteğimle.
belki bir okyanus akıntısıyım
yağmurla inerim üzerine
yıkar akıtırsın beni
atık sular gibi
olmuşum zaten iyice
ne işim var ki senle
yürüyeyim ben sadece.

29 Mayıs 2009 Cuma

KEŞKE

bilmem ki ne deseydim
uçan kuşa pinekleyen kediye
bilmem ki ne deseydim
ezan sesine çan sesine
nasıl seslenseydim
otobüse vapura arabaya
çok güzelsiniz deseydim olmazdı utanırdım
benim olun, olsanıza deseydim
olsalar da sahip çıkamazdım
boşverin beni kalın yerinizde deseydim
gülümserlerdi herhalde halime
sözümü dinlerlerdi
ama yine de ben
seni seviyorum deseydim sadece
deseydim keşke

9 Mayıs 2009 Cumartesi

NEDEN?

hiç birinin aşkıyla yanmadım ben
sevda hiç kül etmedi gönlümü
ayaklarımı yerden kesen öpüşmelerim de olmadı
soluk soluğa bağıra çağıra sevişmelerim de
onu geçtim, hiç ağlamadım da
bırakıp gidenin ardından
hiç gelmemişti ki gidişi olsun
eğer sorarsanız neden diye
işte bu yüzdendir belki de
bunca duyarsız, umarsız oluşum.

8 Mayıs 2009 Cuma

SAATİN TİKTAKLARI

"Bir hikaye yazmak için oturdum buraya. Aklımda binlerce kelime, parmaklarımın ucundan dökülmek için sabırsızlanıyor. Her zaman kağıt-kalemle yazmayı, yazdığımı çizip bir daha yazmayı, kağıtla bütünleşmeyi severdim. Bu kez teknolojiye bırakıyorum kendimi. Parmaklarım klavyede geziniyor. Birbirimizi tanımadan sevişiyoruz. Muhtemelen ayrıldıktan sonra bir daha görüşmeyeceğiz.

Kelimeler eskiden dostumdu benim, şimdi en büyük düşmanım oldular. Bir zamanlar, onları iyi kullanmayı becerebildiğimde, mutlu bir kalabalıkta "bütün" hissetmemi sağlamışlardı. Dudaklarımdan döküldüklerinde seviliyordum, kalemimden aktıklarında ise hayran olunuyordum. Sonra... Sonra ne oldu bilmiyorum. Yarattığım/ yarattığımı sandığım dünyada kaybolmuş olmalıyım. Hatırladığım şey; sokaklar karanlıktı, yağmur yağıyordu, beklediğim otobüs bir türlü gelmedi. Utandığım için yolu da soramadım. Tek başıma yürürken iyice kayboldum. Islak ve sessiz bir sokakta kenara büzülüp beklemeye başladım. Sesimi kaybettim, konuşamadım. Bir kağıda bir şeyler karalayıp sokağa çıktım, insanlara gösterdim. İstedim ki farkıma varsınlar. Fakat o kadar uzun zaman geçmişti ki kimse beni tanımıyordu artık. Duvarlardan farkım kalmamıştı. Artık ben de "herkes" tim. Ama ben bu olamazdım! Farklı olmalıydım! Olamıyorsam, o zaman o kalabalıkla beraber olmamalıydım. Kendi kendime yetme sevdasıyla ufak bir barınak kurdum, içine geçtim yerleştim. Tek göz odasını süsledim, alladım pulladım. Ben yokken göz kulak olsun diye esmer, uzunca bir adamı içine koydum. Geri çekilip eserime şöyle bir baktım. Her şey mükemmeldi!

Yavaş yavaş çöktü karanlık.

Ne planladığımı ben de bilmiyorum. Sanırım bu sefer yapacağım; hep yaptığımı sandığım ama düşünmesi bile ödümü kopartan şeyi: kendimi serbest bırakacağım ve ellerim beni ne yöne çıkarırsa o yolda ilerleyeceğim."

Kız, bitirdiği cümleye baktı. Bir oturuşta sandığından fazla yazmıştı. Kalktı, bir bardak su içti. Kulağına kulaklıkları taktı, birkaç şarkı dinlerken evin içinde volta attı. Yürürken bir yandan güzel bir gelecekten sahneleri canlandırıyordu kafasında. Kendi geleceğinden.

"Yalnız hissetmek tek başınayken olmaz. Tek başına dikilirken her zamankinden daha kalabalık olabilirsin. Eğer kalabalık içerisinde yitip gidiyorsan ve her telefon konuşması eziyetse, işte o zaman yalnızım diyebilirsin. Yollarda zıplayarak yürürken insanlar sana dönüp bakmıyorsa, devam et ve bunun tadını çıkar. Bu denli yalnız olmak herkese nasip olmaz çünkü. Bir açıdan bakarsak, özel olduğunu bile söyleyebiliriz!

En güzel hayaller yürürken kurulur. Tek başına, özgürce adımlarını bir biri ardına sıralarken, başının içinde de aklın özgürdür ve gidemeyeceğin yer yoktur. İstediğini düşünebilir, söyleyebilir, öldürebilir, doyurabilirsin. Tamamen sana kalmış. Sonra bir bakarsın, düşünürken zaman mefhumunu öyle kaybetmişsin ki, yürümekten ayaklarında derman kalmamış. Boş bir torba gibi yığılırsın yolun kenarına. Gözlerinin önünde dünya fırıldak gibidir, kanın çekilir, dizlerin taşıyamaz seni... Soluk soluğasındır, az önce düşündüklerinin farkına vardığında daha da sıklaşır nefesin, utanırsın.

Sevdiğinin birinin ihanetini öğrendiğinde de böyle olur işte. Başın döner, kanın çekilir, dizlerinin bağı çözülür. Çok değil, birkaç dakika önce onu nasıl da sevdiğini fark edince kendinden utanırsın. Sonra kendini suçlarsın onu sevmekle, ona değer vermekle. Aptal yerine koyarsın kendini. Göğsün daha hızlı inip kalkarken tek istediğin kendinden kurtulmaktır. Eğer o an bir aynada kendinle göz göze gelirsen, bakışlarının değiştiğini de fark edersin. Çünkü bir kez bu anı yaşadıysan, asla aynı olamazsın..."

Yazdığı her şeyi sildi. Saçmalıyordu, nereye bağlayacağını kendi de bilmiyordu. Kalkıp biraz daha dolaştı evin içinde. Amaçsızca mutfağa girdi, tezgahta gördüğü elmayı alıp bilinçsizce yemeye başladı. Elindeki çöpü görünce fark etti yediğini. Çöpünü atıp yeniden bilgisayarın başına oturdu.

"Aklım yanıltıyor beni. Her seferinde doğruyu bildiğine beni inandırıyor. Peşinden gittiğimde ise sadece hayalkırıklığıyla karşılaşıyorum.

O sefer de inanmıştım doğru olduğuna. Sonunda güvenebileceğim bir insanla karşılaşmıştım! Birbirimizi dengelediğimiz, beraberken dünyayı umursamadığımız, kahkahalarımızın göğü çınlattığı bir dostluk. Ne zaman arkama baksam onu göreceğimi bilmenin verdiği o muhteşem duygu. Hani filmlerdeki gibi, birbirlerinin cümlelerini tamamlayan, konuşmadan anlaşabilen arkadaşlar. Onlar bizdik işte. Biz olacaktık. Ve olduk da.
Sonra esmer adam geldi. Dostumla uzaklardı birbirlerinden ama bir anlamda da yakınlardı benim içimde. Işığı biri söndürse diğeri yakardı. Genelde söndüren, adam olurdu. Ama yine de iyiydi her şey. Gülerek bitirdiğimiz günler fazlaydı. Yastığa umutla baş koyardık çoğu akşam ve üzemezdi hiçbir şey bizi.

Güneşin batışı gibi, karanlık da sıcacık kırmızı ışıklarıyla geldi.

Önce esmer adam daha seyrek uğramaya başladı, artık barınağımı korumak istemez gibiydi. Sıkılmış mıydı? Bilmiyorum. Dostum ise fark ettirerek gitti. Kapı bir anda korkunç bir gürültüyle kapandı ve gitti. Ne olduğunu hala bilmiyorum. Suçlu olanın ben olup olmadığımı bile bilmiyorum. Tek bildiğim, umarsızca uyumak istediğim. Uyumak, hasta ruhlara iyi gelen tek şey."

Allahın belası, diye tısladı. Aptal. Gerizekalı. Alışveriş listesi bile yazamazsın sen, öykü yazmaya çalışmak da neyine?

Yazdıklarını kaydetmeden bilgisayarı kapadı, üstüne bir de yumruk attı. Eli acıdı. Saate baktı, tam bir saat geçirmişti bilgisayar başında. Önce üzüldü boşa geçen zamanına. Sonra, aman sanki hep yararlı işler yaparım da, dedi. Gitti, yatağa yatıp üzerine yorganı çekti. Hemen uyudu.

Kız rüyasında görünmez olmuştu, kalabalık bir caddede yürüyordu. Karanlık bir çıkmaza girdi. Yolun sonunda geleceğini gördü. Geleceği esmer bir adam olmuş, ona bakıyordu. Gözlerini gözlerinden çekmeden adama doğru ilerledi. Yüzüne dokundu. Adam gülümsedi. Saçlarından kavradı kızı, tutup kafasını dağılana kadar duvara çarptı. Öldü.

17 Ocak 2009 Cumartesi

SAÇMA

Küçük kız divanın üzerinde oturmuş, delik çorabından fırlayan başparmağına korku dolu gözlerle bakıyordu. Bu iki üç yaşlarında; kıvırcık kumral saçları pislikten başının üstünde topak topak olmuş, pis bir hırka ve eşofman ile delik lacivert bir çorap giydirilmiş, gözlerindeki yaşlar tıpkı burnundaki sümük gibi donmuş, iri yeşil gözlü bir çocuktu. Oda, sobanın üzerinde kaynayan güğümden gelen ses haricinde, aynı çocuk gibi, donmuştu. Duvardaki saat tiktak ilerliyor, güğümde su kaynıyor, odanın ortasında genç bir kadın koyu kırmızı bir ıslaklığın içinde yatıyor; çocuk, divan, masa, sandalyeler, pencereler ve perdeler ise susmuş, bekliyordu.

Beklenen, otuzlu yaşlarına yaklaşmış sarışın, kirli sakallı genç bir adamdı ve çok bekletmeden geldi. Evin kapısını hızla, sanki kırmak istermiş gibi açtı. Elinde dört tane torba vardı. Günün çoğunu bu dört torbanın içindekileri toplamakla geçirmişti ve oldukça geç kalmıştı işlerini yapmak için. O yüzden, olabildiğince seri hareket etmeye gayret ederek başladı hummalı çalışmasına.

Önce kapıyı kapadı ve üç defa kilitledi. Dışarıda güneşe rağmen kuru bir ayaz vardı, ev soğusun istemiyordu - tabii, işini yaparken rahatsız edilmek de. Sonra çocuğun yanına gitti. Sabah çıkarken nasıl bıraktıysa, aynen öyle oturuyordu küçük kız. Minik omzundan kavradı kızı, yüzünü kendine doğru çevirdi ve hızla bir tokat indirdi. Çocuk derin bir nefes aldı, tokadı iyice sindirdi, sonra uluya uluya bir ağlama tutturdu. Adam aldırmadan masaya, torbalara doğru yürüdü. Kendine bile itiraf edemese de, çocuğun bir canlılık belirtisi göstermesi onu sevindirmişti içten içe.

Masadaki dört büyük siyah poşetin her biri numaralandırılmıştı. Üstünde büyük, bembeyaz "1" yazılı poşeti aldı, açtı. İçinde yemeklik bir şeyler vardı. Ağlama sesleri eşliğinde, kendisine ve kıza yiyecek bir şeyler hazırladı. Gitti, güğümü sobanın üzerinden aldı. Sabahtan beri kaynaya kaynaya içindeki su epey azalmıştı ama çocuğu temizlemeye yeterdi. Divanın altından büyük, kırmızı bir leğen çıkardı, pencerenin önüne koydu. Musluktan doldurduğu soğuk suya güğümdeki sıcak suyu karıştırdı. Artık susmuş olan çocuğu soydu, leğene oturttu. Çocuk sıcak sudan irkilse de en başta, sesini çıkarmadı. Genç adam, üzerinde "2" yazan torbayı açtı, içinden büyük beyaz bir kalıp sabun çıkardı. Sabunla çocuğun her yanını ovaladı, kirli saçlarını defalarca sabunlayıp duruladı. Az önceki ağlama seansı küçük kızı rahatlatmış olacak ki, ağzına gözüne kaçan sabunlar canını yakmasına rağmen hiç tepki vermedi.

"2" numaralı poşetten temiz bir havlu çıkardı, çocuğu iyice kuruladı. Yine poşetten çıkan bir tarakla küçük kızın saçlarını yavaş yavaş, neredeyse sevecenlik denebilecek bir edayla taradı. Kız, küçük çocuklara özgü o muhteşem unutabilme kabiliyeti sayesinde, henüz birkaç saat önce şahit olduğu vahşeti sanki hiç yaşamamış gibiydi. Mutlulukla kıkırdadı ve genç adama, babasına sokuldu. Başını göğsüne yasladı, sessizce, öylece durdu. Adam kızı uzaklaştırmadı kendinden,kıpırdamadı da. Birkaç saniye boyunca huzurlu bir sesszizliği, görünmez gizemli bir bağı, hatta sevgiyi paylaştılar.

Genç adam duygulara önem vermek ve onları yaşamak üzere yaratılmamıştı. Çocuğu kucakladı, masaya oturttu. "3" numaralı poşetten çıkardığı temiz kıyafetleri giydirdi. Poşetleri alıp giriş kapısının yanına koydu. Sofraya tabak çanak ve hazırladığı yemeği koydu. Uysal bir biçimde kendisini izleyen, temizlenince daha da güzelleşen kızı sandalyeye oturttu, kendi de yanına oturdu. Çocuk eline kaşığı alıp, tabağına konan yemeğe iştahla saldırdı.

Yemeğini ağır ağır yedi adam, yerken kızın kıvırcık saçlarına baktı. Ne saçma, diye düşündü. Çocuğun kafasında biten tüyler, kendi başlarına göre oraya buraya kıvrılmışlardı. Bunu düşünürken istemdışı olarak kızın saçlarını okşadı. Çocuk sevildiğini sanıp adama sokulurken neşeyle gülümsedi.

Sonra yerde yatan kadına baktı adam. Kanının bu kadar kırmızı, teninin bu kadar beyaz olması saçmaydı. Yüzünün bu denli masum anlatımı saçmaydı. Duvarlara baktı. Bu kadar mavi, parlak ve pütürlü olmaları saçmaydı. Adam pencereye,pencereden giren günışığına, perdeye, perdenin hafifçe kımıldayışına, saatin tiktaklarına, odadaki kan kokusuna, gökyüzündeki buluta baktı. Kendi başınayken anlamı olmayan varlıklar, cümle içinde kullanılınca da anlam kazanmıyor, aksine saçmalaşıyorlardı. Kendileri kadar saçma bir kısır döngü içinde birbirlerine dönüşüyorlar, hepsi ayrı ayrıyken birden hepsi aynı şey oluyorlar ve durmadan anlamsızlaşıyorlardı. "Bin" iken "bir" oluyorlar, ama hep "bin" kalıyorlardı.

Yemeğini bitirdi. Çoktan tabağındakileri silip süpürmüş, ona doğru merakla bakan çocuğu kucakladı, içerdeki odaya götürdü. Yatağına yatırıp üstünü örttü. "3" numaralı poşetten tıpkı küçük kız gibi kıvırcık kumral saçları ve iri yeşil gözleri olan bir bebek çıkardı, çocuğun kucağına sıkıştırdı. Yavrucak, halinden memnun, bebeğine sıkıca sarıldı ve anında derin, mutlu bir çocuk uykusuna daldı.

Yavaşça dışarı çıktı adam, ardından kapıyı kapattı, gürültü etmemeye dikkat ederek. "4" numaralı son poşete ilerledi, açtı. Yapılacaklar çok basitti, onun gibi vasat bir zekaya sahip ve sıradan biri için bile. Hazırladığı düzeneği kapının eşiğine sabitledi. Evin içine son bir kez baktı. Gözleri çocuğun yattığı odanın kapısında takılı kaldı. Farkında olmadan gülümsedi. En azından onu, bu dünyanın saçmalığından, o da malum kısır döngünün bir parçası olmadan kurtarabilmişti.

Kapıyı çekip çıktı. Eski, döküntü arabasına atladı, çakıltaşlarıyla kaplı ıssız yolda hızla kayboldu. Bir kez bile arkasına dönüp bakmadı; ya da evde bıraktığı, biri yerde cansız yatan iki insanı hiç mi hiç düşünmedi.

**************

Bir saat sonra, çorak bir arazinin ortasında yalnız başına dikilen tek katlı ufak bir ev, cüssesinden beklenmeyecek bir gürültüyle patladı. Küçük evden saçılan, her biri alev topuna dönmüş molozlar dört bir yana saçıldı. Ev ve içindekiler insanlardan ve diğer her türlü varlıktan öylesine uzaktaydılar ki, kimse bu patlamayı ne gördü ne de duydu.

Enkazın orta yerinde, iki kıvırcık saçlı küçük baş, yeşil gözlerini kocaman açmış, şaşkın fakat huzurlu, yatıyordu.

27 Eylül 2008 Cumartesi

BATAN DÜNYANIN MALLARI

Cep telefonunun sinir bozucu alarmıyla uyandı Reyhan. Gözlerini güçlükle araladığında, perdelerin arasından kurşuni renkte gökyüzünü gördü. Zaten bezgin olan ruhunu daha da derinlere çekti bu görüntü. Zorlukla yatağından çıkıp kendini banyoya attı.Feci şekilde bulanan midesini güçlükle yatıştırarak dişlerini fırçaladı ve yüzünü yıkadı. Giyindikten sonra, ciddi bir temizliğe ihtiyacı olan mutfağa geçti. O sırada evin yaşlı kedisi Mırnav, miskin miskin gelip ayaklarına sürtündü Reyhan’ın. Kendisi sekiz yaşındayken yolda bulup, annesinin bütün sızlanmalarına rağmen eve almıştı bu yeşil-sarı gözlü sarman kediyi. O zamanlar bir dal parçası kadar ince olan Mırnav, yılların verdiği yorgunluk ve yağlı yemek artıkları sonucunda sarı bir yün yumağından halliceydi şimdi. Reyhan ayağıyla yavaşça itti kediyi, uğraşamayacaktı. Dolabı açıp kahvaltılıklara baktı. Bulantısı bir şey yemesine izin vermediğinden, sokağa attı kendini.

Caddeye kadar yavaş adımlarla yürüdü. Vücudu şişmiş gibiydi; incecik, çelimsiz bacakları sanki demirdenmiş gibi ağır geliyordu ona. O kadar kötüydü ki otobüse binecek hali yoktu. Bugün lükse kaçmaya karar verdi, taksiyle gidecekti. Hemen el etti oradan geçen bir tanesine. Külçe gibi vücudunu bırakıverdi arka koltuğa. Bulantıya iyi gelir diye düşünerek camı açtı ve birkaç derin nefes aldı. Başını geriye yaslayıp, küçükken en sevdiği ninniyi mırıldanmaya başladı. Şaşırtıcı biçimde iyi hissediyordu şimdi kendini. Uykuya dalmak üzereyken taksici geldiklerini haber verdi. Parayı ödeyip indi. Bir elindeki adrese, bir önünde durduğu apartmana baktı. Doğru yerdeydi.


Apartmanın kapısından girecekken duraladı birden. Kaçıp gitseydi şimdi, hesabını soracak kimse var mıydı bunun? Vardı elbet; başta ona bu iş görüşmesini ayarlayan dayısı olmak üzere tanıdığı herkes soracaktı hesabını, hatta Mırnav bile. Dört ay önce annesi kırmızı ışıkta durmayan bir arabanın altında kalarak can vermişti. O günden beri Mırnav’la yaşıyordu. Dayısı yardım ediyordu fakat onun eline bakmayı yediremiyordu gururuna Reyhan. Onun da kendi ailesi vardı ne de olsa. Üstelik yengesi son zamanlarda artık kendi başının çaresine bakması gerektiğini sıklıkla anımsatır olmuştu.

Çaresiz çıktı merdivenleri güçlükle. Takside hafifleyen vücudu külçe gibi olmuştu yine. İçinde bildik bir tedirginlikle kapıyı çaldı. Kapıyı açan orta yaşlı, bozuk permalı, çiğ sarı boyalı saçlı tıknaz kadın Reyhan’ı ilgisiz gözlerle süzdükten sonra:

“Buyurun, kimi aramıştınız?” dedi.
“Şey… ben… adım Reyhan Gözcü. Salih Bey’le görüşmem vardı da…”
“Haa, anladım. Peki, geçin içeri, ben de Salih Bey’e haber vereyim.”
Kadın önde, Reyhan arkada dar ve uzunca bir koridordan geçerek bordo deriden rahat görünümlü koltukların durduğu ufak, basık tavanlı bir odaya ulaştılar. Reyhan ilk gördüğü koltuğa attı kendini. Salih Bey’in odasına giden kadına baktı, bacakları tıpkı yusyuvarlak iki balon gibiydi ve kadın sanki yürümüyordu da yuvarlanıyordu bunların üzerinde. Daha sonra gözlerini odanın içine çevirdi. Odanın şampanya dedikleri renkten boyası epey eski görünümlüydü, tavana doğru sigara ve kirden oluşan siyah gölgeler göze çarpıyordu. Duvarın belli noktalarına asılmış, renk cümbüşü zevksiz yapma çiçekler, amaçlarından çok uzakta bir yavanlık katmıştı odaya. Koltukların ortasında duran siyah camdan sehpa yer yer iz olmuştu sıcak bardak altlarından dolayı. Balon bacaklı kadının masası ise neredeyse odanın yarısını kaplayacak kadar büyüktü.

“Salih Bey şu an meşgul, biraz bekleteceğim sizi küçük hanım, hah hah…”

Kadının kahkahasında yapmacıklığın notalarını okudu Reyhan: Gizemli bir flüt tarafından çalınan ve Reyhan’a çarpıp dağılacağı yerde her çarpmada Reyhan’ı bin parçaya bölen bir bestenin sesleri. Belli belirsiz bir tebessümle karşılık verdi balon bacaklı kadına. Kadın umursamadı, bakışlarını önündeki gazetenin magazin ekine çevirdi. Bir yandan da elindeki koca bir dilim keki ağzını şapırdatarak yemeye başladı. Bu balon bacaklı koca ineğin ağzını her açtığında odadaki her şeyi yutmasından korkuyordu Reyhan, buna kendisi de dahil. O kocaman ağzın her açılıp kapanışında balon bacaklı kadının dişlerini etinde hissediyordu; o kırmızı et deryasında kadının bir avurdundan diğerine savruluyor, etleri kadının sivri iğrenç dişleri tarafından didik didik ediliyor, buna rağmen parçalanarak değil kadının yapışkan tükürüğünde boğularak ölüyordu.

Bunları düşündükçe mide bulantısı yeniden gösterdi kendini, öğürdü fakat çıkarmadı. Öğürme sesini duyan kadın telaşla kaldırdı başını, bu sefer sahici bir sesle “Gel güzelim, lavaboya götüreyim seni. Vah canım, pek de zayıfsın! Yüzüne bak, bembeyaz olmuş. Zamane kızları yok mu, manken gibi olacağım diye kuş gibi iki lokma yiyorsunuz, sonra böyle sürünüyorsunuz! Benim gençliğimde bir dirhem et bin ayıp örterdi…”

Reyhan dinlemiyordu kadını. Lavaboya yaslanarak gözlerini kapadı. Bir, iki, üç, aç gözlerini Reyhan. Şimdi yoktu kadın. Yüzünü yıkadı uzun uzun buz gibi suyla. Su gözkapaklarından sızıp renksiz yüzünün damarlarına doldu ve ayılmasını sağladı. Daha iyiydi şimdi. Annesini kaybettiğinden beri bu mide bulantısı geçmemişti. İnsanın midesinin içinde sürekli bir meydan savaşı olması ise hiç hoş bir şey değildi.

Kapının hızlı hızlı çalınmasıyla kendine geldi. Balon bacaklı kadın seslendi dışardan:

“İyi misiniz küçükhanım? Ses verin lütfen!”
“İyiyim, çıkıyorum şimdi” dedi Reyhan, beklediğinden de güçlü çıkmıştı sesi. Alelacele üstünü başını düzeltip çıktı. Kadın başıyla Salih Bey’in odasını işaret etti, girme zamanının geldiğini belirtir şekilde. Reyhan aralık kapıdan baktı Salih Bey’in odasının içine. Adam bir yandan heyecanla telefonda konuşuyor, diğer yandan masadaki bir defterden bir şeyler bulmaya çalışıyordu.

Kapıyı çalacakken vazgeçti Reyhan. İçinden bir ses haykırdı sanki, kaç buradan Reyhan, sen buraya ait değilsin. Gerisin geri koşmaya başladı, balon bacaklı kadının kahvesini devirdi masanın yanından geçerken. Merdivenleri koşarak indi ve bir solukta apartmanın önüne geldi. Ne yöne koştuğunu bilmeden gidiyordu şimdi, tek istediği buradan mümkün olduğunca uzaklaşmaktı. Nefes nefese durup etrafına baktığında Galata Köprüsü’nde buldu kendini. Adımlarını yavaşlattı ve bir süre sonra tamamen durdu. Bacaklarına yeniden derman gelince derin nefesler alarak yürümeye başladı az önce koştuğu yöne doğru. Karaköy, Tophane, Kabataş, Beşiktaş, Bebek… Emirgan’a geldiğinde banklardan birine oturup mavi gözlerine baktı İstanbul’un. Mavi dinlendirdi ruhunu. Uzun zamandır ilk kez uzunca bir süre hiçbir şey düşünmeden oturmayı becerebildi. Tadı damağında kalan bir ruh dinginliğinden, biraz uzağından gelen gürültüler kopardı onu.

Dikkatli baktığında, kadınların ve küçük çocukların muhtemelen kırklı yaşların başında olan, saçı sakalı birbirine girmiş bir adamın etrafını sardıklarını gördü. Kalabalık hep bir ağızdan yüzünde mütemadiyen bir gülümseme olan adamla eğleniyordu:

“Hehe, abi, bir şeyler söyletelim şuna… Hadi bakalım, benim ardımdan tekrarla: En büyük Fener!”
Adamın ağzından anlamsız bir ses topluluğu çıktı.
“Aa, konuşamıyor bu yaa! Hah hah… Suratına bak, salak salak gülüyor!”


“Şuna bak, takım elbisesi de varmış…”

Adam gülümsemesini hiç bozmadan ellerini kirli, kahverengi takım elbisesinin ceplerine sokmuş, kalabalıktakilere bakıyordu. Arada ağzını açıp mırıldanırcasına bir şeyler söylüyordu. Uzakta olduğundan Reyhan bunların arasından “dünya” ve “mal” sözcüklerini seçebildi yalnızca. Sonunda etrafını saranlardan sıkıldı adam, deminden beri ayaklarına sürtünüp duran uyuz köpeği çeke çeke gidip Reyhan’ın yanındaki banka oturdu. Çaldığı uzun ve keskin bir ıslıkla etrafını birdenbire bir çok sokak köpeği sardı. Hepsinin bir kusuru olan bu köpeklerin başını okşarken daha da genişledi adamın gülümsemesi. Yüzündeki ifadeden sandı ki Reyhan, bu adam elini o köpeklere her değdirdiğinde elinden ve yüzünden yayılan sevgi hem köpeklerin hem adamın yaralı ve hasta ruhunu iyileştirmektedir. Adam kendisini izlemekte olan Reyhan’ı fark edince ona dönüp gözlerinden sıcacık bir bakış armağan etti.

Reyhan sebepsizce sevmişti bu adamı, uzun zamandır hiç hissetmediği muhabbet duygusunu bu adama duyuyor, sanki onu ezelden beri tanırmış gibi hissediyordu. “Hüseyin…” diye mırıldandı istem dışı. Evet evet, bu adamın adı muhakkak ki Hüseyin idi. Annesi öldüğünden beri içinde bir nehir kurumuş gibi hissediyordu Reyhan, ne gülebiliyor ne ağlayabiliyordu. Oysa şimdi Hüseyin’in yüzündeki huzurlu gülümseme ona da bulaşmış, nehrinin kurumuş yatağının üzerine sabahın ilk ışıkları vurmuştu. İçinden gelerek gülümsedi İstanbul’una doğru, inci gibi dişleri parıldadı kış güneşinde. Gri bulutlarla örtülü gökyüzünde bir parça mavilik buldu ela gözleri, sıkıca tutundular ona. İnsanın yüzünü yakan buz gibi rüzgar bal rengi kısacık saçlarının arasına doldu, derisinden içeri sızıp damarlarındaki kana karıştılar. Anın sarhoşluğunun tadını çıkardı Reyhan bütün benliğiyle, bu zevkin içinde kayboldu bir an için. Aylardır peşini bırakmayan mide bulantısını bile uzaklara göndermişti.

Gözlerini yavaşça Hüseyin’e doğru kaydırdı sonra. Hüseyin siyah renkli, bir ayağı topal bir köpeği kolunun altına almış, “canım, canım” diyerek başını okşuyordu. Köpeği başından öptükten sonra gülerek elindeki rulo yapılmış gazeteyi fırlattı yakalaması için. Köpek gazeteyi yakalamak için hızla koşarken var gücüyle havlayarak Reyhan’ın yaşlarında gösteren bir kızın yanından geçti. Köpeğin ani hareketine tiz bir çığlıkla yanıt verdi kız. Yanındaki erkek arkadaşı kızın gözüne girebilmek için yapmacık bir sinirle köpeğin peşinden koştu. Gelişigüzel bir tekme salladı köpeğe doğru. Zavallı hayvan, böğrüne yediği kuvvetli tekmenin etkisiyle yere yapıştı. Çocuk hıncını alamamış olacak ki, yerde yatan hayvana koca postallarıyla bir-iki tekme daha savurdu.

Her şey o kadar hızlı olmuştu ki, Hüseyin de Reyhan da ne ağızlarını açıp bir şey diyebilmişler, ne de oraya gidip çocuğa engel olabilmişlerdi. İlk şoktan kurtulup silkinen Reyhan, Hüseyin’e doğru döndüğünde onun canhıraş feryatlarla köpeğe doğru koştuğunu gördü. Yerde yatan köpeğin dili dışarı sarkmış, yavaş ve acı dolu inliyordu. Köpeğin başını ellerinin arasına aldı Hüseyin, yüzündeki güzel gülümseme yerini ağlamaklı ve sinirden kıpkırmızı bir yüz ifadesine bırakmıştı. Hüseyin’in biraz uzağında köpeği tekmeleyen çocuk, ne yapacağını bilemez halde bakakalmıştı. Belli ki onun da yapmak istediği bu değildi, zarar vermek istememişti fakat vermişti işte. Hüseyin alt dudağı titreyerek döndü çocuğa doğru ve eliyle göstererek bağırdı:

“Batan dünyanın mallarıııı!!! Hepiniz batan dünyanın mallarısınız! Ey insanlar, duyuyor musunuz beni? Ciğeriniz beş para etmez hiçbirinizin! Şu köpekler kadar aklınız, kalbiniz, vicdanınız kalmamış! Bu beş para etmez dünyayla boğulup gitmeyi hak edenlersiniz hepiniz! Batan dünyanın malları bunlaaaarr!!” Sözlerini bitirdikten sonra başını can vermekte olan köpeğin tüylerine gömüp, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.
Reyhan dizlerinin bağı çözülmüş, bohça gibi oturuyordu bankın üzerinde. Boğazında düğümlenen yumruyu nedense çok geç fark etti. Birdenbire patlayıp son hızla yağan yağmur açık olan yakasından içeri süzüldü Reyhan’ın, kenarları açılmış bez ayakkabılarından içeri yağdı sonra. Gözünden düşen ilk damla yaş yağmura karıştı, aheste aheste süzülüp indi yanağından. Ayağa kalkmaya çalıştı, denize doğru attığı birkaç adımdan sonra dizüstü kapaklandı yere. Fırtınayla beraber içindeki nehir de coşmuştu; aylardır duygularının önünde sapasağlam duran barajın duvarlarını önce hafifçe çatırdatmıştı, şimdiyse duvar parçalanmış, sular çağlıyordu. Ellerini yüzüne kapatmış doyasıya ağlıyordu Reyhan, annesinin ardından dökemediği tüm gözyaşlarını yağmurla beraber salıyordu. İçindeki hıncı, nefreti kusuyordu bir yandan da, incecik vücudu sarsılarak, öğürerek dışarı atıyordu kinini. Dayanamayıp yere yığılırken kulaklarında adamın gür sesi yankılanıyordu hala:

“Batan dünyanın malları bunlaaaaarrrr!!!”